Hudutlarını kısa bir zaman zarfında Avrupa kıt asının ortalarına kadar genişletmeğe muvaffak olan Osmanlı İmparatorluğu dahilinde, XVI cı asrın ortalarından itibaren «ecnebi istismarı, fena bir idare, dahilî isyanlar, dejenere bir hanedanın icrayi saltanatı» gibi muhtelif sebeplerin tesiri altında, bir tevakkuf ve gerileme hareketi başlamıştı. İmparatorluğun tevessü, tekâmül ve inkişafından daha süratli olarak kendisini gösteren bu inhilâl ve inkıraz emareleri, Osmanlı devletinin istikbali hakkında oldukça endişeyi mucip bir manzara arz ediyorlardı. Hükümdarların tahta çıkışlarıyla hayatî mevcudiyetlerinin temin ve idamesinde, onların mutlak salâhiyetlerinin icra ve istimaline iştirak eden büyük vezirlerin, ulemaların ve nihayet askerî bir müessese olmaktan ziyade bir siyaset ve fesat ocağı halini iktisap ve saray entrikalarının para ile tutulmuş birer aletleri bulunan yeniçerilerin şahsî ihtiras ve arzuları hâkim bulunuyordu. Gençliklerini saraylarda, kadınlar arasında, harem dairelerinde geçiren müstakbel devlet şefleri, başına geçtikleri devletin ıslah ve ihyasını mümkün kılacak her türlü İdarî siyasî bilgi ve liyakatten tamamen mahrum bulunuyorlardı. Cahil, iktidarsız, bilgisiz hükümdarlar, merkezî iktidar ve otoritenin takviyesine çalışacaklarına, bilâkis, dahilî isyan ve kalkınmaların vukuuna; imparatorluğun her tarafında dahilî anarşi ve kalkınmaların zuhûr ve temadisine sebebiyet veriyorlardı. Zaman zaman değerli hükümet adamlarının ve hattâ bazı hükümdarların ıslah teşebbüsleri, Osmanlı devletinin eski vüs’at ve azametini ihya hareketleri, cezrî, kat’î ve daimî neticelere müncer olamıyordu. Osmanlı devletinin siyasî teşekkül ve bünyesinde hâkim olan «Ka-vanini Şer’iye» ve bunun temin ettiği şahsın ve servetin masuniyeti, kanun önünde müsavat prensipleri, yerlerini, dahilî zulüm ve entrikalara terk ediyorlardı. Herhangi bir kıyamın, herhangi bir hoşnutsuzluğun teskin ve giderilmesi için, devletin ileri gelen şahsiyetlerinin derhal ifna edilmeleri bu hususta en iyi siyasî bir tedbir olarak karşılanıyordu, Osmanlı devletinin hem büyüklüğünü hem de inhitat ve inkırazını hazırlayan dinilik ve mutlakıyet sisteminden de eser kalmamıştı. İlâhî esasat ve prensiplere dayanan, «siyasî teşkilâtında tamamen İslâmî bir mahiyet mevcut olan» imparatorluk dahilinde, artık ne «şeriat» ın hükümleri ve ne de mutlakıyeti temsil ve ifade eden bir devlet şefinin iktidar ve otoritesi mevzuubahis idi. Üstünlük ve hakimiyeti kendinde temerküz ettiren makam ve şahsiyet hadiselerin ve entrikaların mahiyet ve cereyanına göre daimî bir tahavvül içinde idi. Fertlerin ve hattâ başta hükümdar olmak üzere hükümet edenlerin şahsî masuniyetleri hakkında hiçbir teminat, vuku bulacak tecavüzleri frenleyecek hiçbir müessese mevcut değildi. Kısaca, memleketin her tarafında zulüm, keyfilik, anarşi, irtişa, irtikâp ve isyan hareketleri hâkim bulunuyor ve bütün bunların tabiî bir neticesi olarak imparatorluğun haricî sahada maruz kaldığı muvaffakiyetsizlikler de yekdiğerini takip etmekten geri kalmıyordu ; her şeye takaddüm eden bir devlet ve hükümet teşkilâtı görmek tamamen imkânsızdı; millet ve hükümet, halk ve saltanat yekdiğerinden tamamen uzak, yekdiğerine tamamen yabancı idi; her ikisi de yekdiğerine muarız ve muhalif bir vaziyet dahilinde, anarşinin fena ve muzır neticeleri altında müştereken eziliyordu. Selçuk feodalitesini andıran yeni bir derebeylik yeniden doğuyor, amme iktidar ve otoritesi ve ona has hukuk ve imtiyazat yavaş yavaş taksim ve tecezziye doğru gidiyor, devletin tamamiyet ve vahdeti büyük bir buhran geçiriyordu. |